3 Kasım 2017 Cuma

Homerosun Hayati ve Eserleri

     Homerosun Hayati ve Eserleri
Milattan önce sekizinci yüzyılda İzmir'de ya da Sakız Adası'nda yaşadığı sanılan Homeros, Yunan duygu ve düşüncesinin ilk ürünleri olan İlyada ve Odysseia adlı destanların derleyicisidir. Troya (Truva) Savaşı'na ilişkin efsaneleri toplayan İlyada adlı eserinde, eski Yunanlıların gelenek ve görenekleri, dini ve felsefi inançlarıyla Çanakkale'nin tarihi coğrafyası hakkında önemli bilgiler bulunmaktadır.

Homerosun Hayatı
Yaşamı hakkında çok az bilgiye ulaşılabilen Homeros'un adı Antik Yunancada “köle” anlamına geliyordu. Kendi zamanından 4 asır önce varolmuş Miken uygarlığına dair olayları olağanüstü detaylı anlatması, Klasik Çağ yazarlarınca Truva Savaşı sırasında yaşadığı rivayetine sebep olmuştur. İngiliz bilim adamı George Thomson Tarih öncesi Ege adlı eserinde yaptığı incelemeler sonucunda Homeros'un doğduğu yer olarak en yüksek olasılığın Sakız Adası olduğunu belirtir. Sonra ise diğer bir yüksek olasılık olan Smyrna'ya (bugünkü adıyla İzmir) vurgu yapar. Ancak gerçekte Homeros isimli bir şair yaşadıysa bile bu destanları yaratan veya derleyen tek bir ozan olmadığını düşünen araştırmacılar da vardır ki bu şüphenin sebebi İlyada ve Odysseia destanlarında kullanılan İon ve Aeolik diyalektlerin üslüp farklılığıdır. Çoğu araştırmacı ise bu üslup değişikliğinin Homeros’un İlyada’yı gençliğinde Odysseia’yı ise yaşlılığında yazmasından kaynaklığına inanmaktadır. Hayatıyla ilgili bir başka rivayet ise kör olduğudur.


Homerosun Eserleri
Eski Yunan edebiyatının ilk ürünleri sayılan "İlyada" ve "Odysseia" adlı destanları derlemiştir.
"İlyada" destanında, Yunanlıların, Truvalılarla savaşıp, onları yenmeleri anlatılır. Ayrıca bu destanda eski Yunanlıların gelenek ve görenekleri, dini ve felsefi inançları ve Çanakkale yöresinin tarihi coğrafyası hakkında önemli bilgiler vardır.
"Odysseia" destanında ise Truva'nın yıkılışından sonra, yurduna dönmek için yola çıkan Odysseus'un on yıl süren yolculuğu sırasında başından geçen olaylar anlatılır.
Homeros'un yaşamı hakkında çok az bilgi vardır. Onun hakkındaki bazı bilgileri tarihçi Heredotos'tan öğreniyoruz. Homeros'un kör ve İhtiyar bir şair olduğu, oradan oraya dolaşarak şiir okuyup ekmeğini kazandığı, uzun yıllar Ege adalarında yaşadığı söylenir.
Homeros'un en önemli eseri destanlarıdır. İlyada ve Odysseia adlı bu destanlar, bütün Yunan kültürünün temelini oluşturmaktadır. İlk bakışta çok eskimiş ve çocuksu gelebilir Homeros'un destanları. Mitolojiden, fantastik anlatımdan hoşlanmayanlar ise onları saçma bulacaklardır. Oysa bu metinlerde, insanoğlunun yüzyıllardan beri değişmeyen pek çok temel dürtüsü, duygusu vardır. Onları tüm zamanlarla çağdaşlaştıran yani "klasik" yapan işte bu özellikleridir. Üstelik, "İlyada" ve "Odysseia, bir yandan Yunan tragedyalarının habercisidir, diğer yandan, yalın bir dille kaleme alınan daha doğrusu söze dökülen destanlardaki anlatım tarzı; geçmiş ve şimdi arasında gidip gelerek zaman akışını kırarak aktarılan hikayeler, modern edebiyatın bilinç akışı tekniğinin öncüsüdür.
Üsluptaki sadeliğin asıl nedenini ise, o çağlarda sözlü anlatımın müzik eşliğinde yapılmasında bulabiliriz. Ancak bu sadelik, bir cansızlık anlamına gelmez; tersine, çok canlı ve eğlenceli bir havası vardır Homeros hikayelerinin.
"Homeros, sürülmüş bir tarlayı, buğday yürekli ekmeği, kuşların uçuşunu, yontulmuş bir iskemleyi, limanda bir gece göğüne karşı duran gemileri, derede çamaşır yıkayan kadınları anlatır. Yalındır, canlıdır, klasiktir.
Yazdığı destanlar Klasik Çağ Yunan Edebiyatı'nı ve Mitoloji'sini derinden etkilemiş ve bunların aracılığıyla da bütün batı edebiyatına etki etmiştir. İrlandalı yazar James Joyce'un Ulysses'i, İngiliz yazar Shakespeare'in Troilus ve Cressida'sı, Roma'lı şair Virgil'in Aeneid'i Homeros'un destanlarından derin izler taşıyan eserlerdendir.
Antik dönem Anadolu ve Yunanistan'ında halk İlyada ve Odysseia'yı ezbere bilir, canlı bir ansiklopedi gibi içinde taşırdı. Askerlik, tıp, teknoloji, hukuk, din bilgilerinin tamamının kaynağı bu kitaplardı.
s

Odysseia Eseri
Ünlü Yunan tarihçi Homeros’un büyük iki lirik destanından biri. Odyssey’de zeki kahraman Odysseus’un Truva savaşı sonrası ülkesine dönüşü sırasında karşılaştığı olaylar anlatılır, bu olaylar insanlara özgü tanrılarda olmayan zayıf yönler çerçevesinde anlatıldığı için bir bakıma Yunan mitolojisinde insanlığın öyküsü olarak da yorumlanır.
Odissea’nın M.Ö. 800 ila 600 yılları arasında yazıldığı düşünülmektedir. Manzum eser İlyada’nın devamı niteliğindedir ve Yunan kahraman Odysseus’un Truva’nın düşüşünden sonra vatanı İthaka’ya yaptığı maceralarla dolu uzun yolculuğu anlatır. 10 yıl süren savaştan sonra Odysseus’un İthaka’ya dönmesi 10 yılını alır, ve bu 20 yıllık uzaklığında oğlu Telemachus ve karısı Penelope ülkeyi yönetmek ve Penelope ile evlenerek (Odysseus’un öldüğü iddia edilmektedir) İthaka’nın hükümdarı olmak isteyen bir grup soylu ile mücadele etmek zorundadadırlar. Şiir batı edebiyatının ve kültürünün temel eserlerinden sayılır, ve antik Yunan kültürüne ışık tutan en önemli kaynaklardan biridi
Ilyada Eseri
Homeros’un Truva savaşını anlatan destanıdır. Yunancada Odise ile birlikte en eski edebiyat olduğu düşünülen epik bir şiirdir.Eldeki veriler ışığında Hesiod tarafından M.Ö. 7. yy yada 8. yy’da yazıldığı düşünülmektedir. Homeros, “İlyada”sında Truva savaşını ayrıntılarıyla anlatmaktadır. Sözlü gelenekten yazıya nasıl geçtiğini bilemediğimiz gibi, metinde geç dönemde yapılan değişikliklerin kesin amacını kestirmek bizim için güçtür. Ama Homeros bir savaşın ‘toprağı bereketli Truva’da geçtiğini söylüyor.
KİŞİLERİ:
Achilles (Αχιλλεύς),Myrmidons’un lideri ve Yunan Şampiyonlarının en önemlisi, hikayenin ana karakterlerinden biridir.
Briseis, Lyrnessos şehrinin rahibinin kızydı. Babasının katili Akhilleus’un sevgilisi olmuştur.
Agamemnon (Αγαμέμνων),Mycenae’in kralı, Achilles’le kan davasını tahrik eden Achaean ordularının en yüksek kumandanı; Kralın erkek kardeşi (Kral) Menelaus, Menelaus’tur.
Menelaus (Μενέλαος), Helen’in terkettiği kocası,Sparta Kralı Agamemnon’un kardeşidir.
Odysseus (Οδυσσεύς),Odise adlı epik destanın ana karakteri, kurnazlığı ile ünlüdür.
Calchas (Κάλχας), Güçlü Yunan rahip ve kehanetleri verdır.
Patroclus (Πάτροκλος), Achilles’in yardımcısıdır.
Nestor (Νέστωρ), Diomedes (Διομήδης), Idomeneus (Ιδομενεύς) veTelamonian Ajax (Αίας ο Τελαμώνιος), Yunanistan’ın başlıca şehir devletlerinin kralları, kendi ordularını yöneten fakat Agamemnon’un emri altında olanlar.
Priam (Πρίαμος), Truvalıların kralı, Truvalı kumandanlarının birçoğu, onun elli oğludur.
Hector (Έκτωρ), Kral Priam’in ilk doğan oğlu, Truva’nın lideri ve müttefik ordular kumandanı. Tahtın varisi.
Paris (Πάρις), Truva Prensi ve Hector’un kardeşi, Alexander diye de bilinir; Helen’i kaçırdı Casus belli ilan edildi. Bir bebek katili olarak görüldü. Cassandra Truva’nın yokolmasına önceden sebep olacağını gördü. Bir çoban tarafından büyütüldü.
Aeneas (Αινείας), Hector’un kuzeni ve en önemli teğmenlerden biri, Aphrodite’in oğlu, Truva savaşında sağ kalan figürlerden en önemlisi.
Glaucus ve Sarpedon, Likya’nın liderleri
Truva kadınları
Hecuba (Εκάβη), Truva Kraliçesi, Priam’ın karısı, Hector, Cassandra ve Paris’in annesi
Helen (Ελένη), Sparta Sparta Kraliçesi ve Menelaus’un karısı, Paris’i destekleyenlerden.
Andromache, (Ανδρομάχη),Apollo tarafından lanetlendi. Kendisinin ve ailesinin ölümünü daha önce görmekle cezalandırıldı.
KONUSU
Her şey, Tanrıça Kavga’nın şölen masasına üstünde “En güzele” yazan bir elma atmasıyla başlar. Hera, Athena ve Afrodit bu elmayı almak isterler. Hakem ise İda Dağı’ndaki çoban Paris olur. Paris, Afrodit’i seçer. Ödülü ise Spartalı Helena olacaktır. Hemen Sparta’ya gidip onu kocası Menelaos’tan kaçırır. Ünlü Truva savaşı bu yüzden başlar. İlk çarpışmalar kamp ile kent arasındaki Truva ovasında olmuştur. Menelaos kardeşi Agamemnon’u da çağırmıştır.Miken kralı Agamemnon’un tek derdi Truva’yı almaktır. Savaşa seve seve katılmıştır. Iolkos kralı Pelans ile Thetis in oğulları Akhilleus (Aşil), Aias isimli arkadaşıyla savaşa katılmıştır. Akhalar arasında kurnaz Odysseus da vardır. Akhilleus çok güçlüdür ve Truvalılar ondan çok korkmaktadırlar. Akhilleus ve Aias bazı köyleri yağmalamışlar, Briseis diye bir kız ve Apollon rahibi Chrises’in kızı Astynome’yi esir almışlardır. Astynome Agamemnonun payına düşmüştür. Rahip Chrises, Apollon’dan kızının intikamı için Akhalara veba göndermesini diler ve Apollon Akha düşmanı oluverir. Apollon’un veba oklarıyla birçok Akhalı can verir. Agamemnon ısrarlar üzerine Astynome’yu Chrises’e verir; Akha ordusu felaketten kurtulur. Ama Agamemnon bunu hazmedemeyip karizmasını bozmamak için Akhilleus’un payına düşen Briseis i alır. Akhilleus küser ve savaştan çekilir. Akhilleus’un savaştan çekilmesi Truvalılar için fırsattır ve saldırıya geçerler.Agamemnon yaptığı hatayı anlamıştır ama çok geçtir. Hektor ve Aineas Akha saflarını kırıp geçirmektedirler. Agamemnon ne hediye verse de Akhilleus orduya geri dönmez.. Akhilleus’un kuzeni Patroklos onun zırhını gizlice alır ve ben Akhilleus’um diye Truvalıların karşısına çıkar. Amacı Truvalıları korkutup uzaklaştırmaktır. Hektor ortaya atılır ve sahte Akhilleus ile dövüşür. Onu öldürüp zırhını alır ve giyer. Onun Akhilleus olmadığı ortaya çıkar ama Hektor öyle ya da böyle, zırhı ele geçirmiştir. Akhilleus Patroklos’un ölüm haberini duyunca hem çok üzülür hem de çok öfkelenir. En çok sevdiği akrabası ölmüştür çünkü. Derhal annesi su perisi Thetis’e yeni bir zırh yaptırmasını ister. Thetis de Heptaistos’tan tanrı elinden çıkma zırhlar ister. Zırhlar bitince onları Akhilleus’a verir. Akhilleus’un ilk işi Hektor’la savaşmak olur ve Hektor’u öldürür. Bu sırada tanrılar devreye girer. Ares, Phoibos Apollon, Artemis, Afrodit ve Xantos Truvalıların yanındadır. Ama Pallas Athena, Hera, Poseidon, Hermes ve Hephaistos da Akhaların yanındadır. Zeus keyfine göre taraf değiştirmektedir. Tanrılar da savaşa katılmışlar, cepheler canlanmıştır. Akhilleus kendinde büyük bir motivasyon hissederek Truva surlarına dayanır ama karşısına Phoibos Apollon Paris’e yardım ederek ve kaşla göz arasında paris Akhilleus’u topuğundan bir okla vurur.Aşil tendonu kavramı burdan gelir. Akhilleus kan kaybından oracıkta ölür ve Apollon tanrılar katına çıkar.Kuralı bozmuştur ama tanrılara bunun olmadığına inandırmıştır. Truvalılardan Hektor, Akhalardan Akhilleus ölmüştür. Nestor yaşlı bir kraldır. Konuşmalarıyla ünlüdür ve askerlere motivasyon vermekle görevlidir. Ne yazık ki o da ölür.Akhilleus’un arkadaşı Aias ise iftiraya kurban gitmiştir, hem de Odysseus tarafından; delirir ve canına kıyıp intihar eder. Odysseus ise bunun cezasını dönüş yolunda çekecektir. Odysseus bu kentin kurnazlıktan başka yolla ele geçirilemeyeceğini anlamıştır. Ünlü bir zanaatkara o meşhur Truva Atı’nı yaptırır. İçine gizlice askerleri yerleştirir ve Truva kentinin önüne bırakır. Truvalılar sanar ki Yunanlılar çekilmiş.Tahta atı içeriye alırlar ve şenlik yaparlar. Sonra da uykuya çekilirler. Aralarından bir Truvalı vatan haini “sözde” çekilmiş Akha gemilerine dumanla işaret verir ve attakileri uyarır. Atın içindekiler çıkıp Truva kapılarını içeriden açarlar, Akha ordusu da bu kapılardan saldırır.Paris ve Priamos öldürülür ve Helena Menelaos’a geri verilir. Helena anlamıştır ki Menelaos daha güçlü. Onun yanında yaşamaya karar verir ve yeniden evlenirler.

Homeros Vadisi
Homeros Vadisi, birçok sitelerde abartıldığı kadar etkileyici bir yer değil. Hatta hiç etkileyici değil, demek daha doğru olacaktır. Vadide piknik dışında hiçbir aktivite bulunmadığı gibi, görülebilecek ne tarihi bir yapı, ne de turistik bir yer bulunuyor. Ayrıca, hava karardıktan sonra burası tam bir felaket olabilir. Vadi etrafında 1-2 ışıklandırma yapmışlar ama onlar da büyük ihtimal sadece kendilerini aydınlatıyordur. Eğer illa burada piknik yapacaksanız hava kararmadan geri dönün derim.
Vadi girişini görür görmez, muhteşem bir manzara ile karşılaşıyor ve iyi ki gelmişim diyorsunuz. Fakat, vadinin içerisine doğru gittiğinizde hayal kırıklığına uğruyorsunuz.
Vadide Homeros’un yaşadığı söylenen bir mağara ve etrafında bir gölet bulunuyor. Bunun dışında birkaç ağaç, bir de şelale adı verilen küçük bir yerden su akıyor. Hepsi bu.

Hazırlayanlar:BesircanAga,AmmarJupani
OrcunPurde,KortanRecani,SelinKerala,
HüdaReşit,YaseminLimani,SerayBayram

22 Ocak 2014 Çarşamba

semi al shshkagab aaaamamama

26 Kasım 2009 Perşembe

v

31 Mayıs 2009 Pazar

İSLAM TOPLULUMUNDA YAŞAYAN GAYR-İ MÜSLİMLER

İnsanlar inanç bakımından iki gruba ayrılır: Hz. Muhammed'in peygamberlerin sonuncusu ve bütün insanlığın peygamberi olduğuna inananlar bunlara Müslüman denir. Hz. Muhammed'in peygamberliğine inanmayan kimselere de gayr-i müslim denilir. Bu tanıma göre ehl-i kitap olanlar (yahudiler ve hristiyanlar), mecusiler, dehriler, sâbiîler, mürtedler, müşrikle gayri-i müslim sınıfına girmektedirler.İslâm ülkesinde bulunan gayr-i müslimlerle müslümanlar arasında birçok münâsebetler vardır. Bunlar iki grupta ele alınabilir: Zımmîler: Zımmî kelimesi, zimmet kökünden türemiştir. Sözleşme, antlaşma anlamlarına gelir. Istılahta ise; antlaşma sonucu sürekli olarak İslâm ülkelerinde ikamet etme hakkına sahip olanlara zımmî; müslümanlarla gayr-i müslimler arasında yapılan bu sözleşmeye de zimmet akdi denilir.Mekke'nin fethinden önce yapılan akidler sürekli olmamıştır. Yahudilerle ve Mekke müşrikleri arasında yapılan sözleşmeleri örnek olarak gösterebiliriz. Bu sözleşmeler belirli bir müddet sonra sona ermiştir. Ancak, Mekke'nin fethinden sonra nâzil olan "Kendilerine kitap verilenlerden Allah'a ve ahiret gününe inanmayan, Allah'ın ve Resulumün haram kıldığını haram saymayan ve hak dini din edinmeyen kimselerle, küçülüp boyun eğerek elleriyle cizye verecekleri zamana kadar savaşın" (et- Tevbe: 9/29) ayetiyle gayr-i müslimlerden cizye alınmasına işaret edilmiştir. Dolayısıyla zimmet akitleri Mekke'nin fethinden sonra yapılmıştır.Gayr-i 'müslimlerden bazılarıyla zimmet akdi yapılamaz; mürtedlerle bu akdin yapılması mümkün değildir. Hanefi fukahâsı putperest Araplarla bu akdin yapılamayacağı görüşündedir. İmam Şâfiî ve İmam Hanbel'e göre ehl-i kitap ve mecusiler dışındaki gayr-i müslimlerle bu akit yapılamaz. Evzâî ve İmam Mâlik'e göre bütün gayr-i müslimlerle bu akit yapılır.
Gayr-i müslimler şu yollardan biriyle İslâm tebaasına girer ve zımmî olurlar: İzinle İslam ülkesine girdikten sonra bu ülkeden haraç arazisi satın alanlar ve bu araziyi işletenler; ikamet izni bittiği halde ülkeyi terketmeyenler; evlenerek erkeğin tebaasına katılan kadın (Kadın, ikamet vb. konularda kocasına bağlı olur). Cizye vermeyi kabullenen fethedilen ülke halkı.İslâm ülkesi tebaasına giren bir zımmînin tebaalığını kaybetmesi için şu suçları işlemesi gerekmektedir: Müslüman bir kadınla zinâ etmek; müslümanlara savaş açmak; müslümanların inançlarını ifsat etmeye kalkışmak; devlet düzenine karşı çıkmak; cizye vermemek.Zımmîler devlet başkanı, ordu komutanı ve hâkim olamazlar. Çünkü bu görevler doğrudan doğruya müslümanlarla ilgilidir. Dünyevî işlerde zımmîlerden bildikleri konularda yararlanılabilir.İslâm tebaasına giren Zimmîlere seyahat, ikamet, din ve vicdan hürriyetiyle birlikte eğitim, çalışma, sosyal ve kamu hizmetlerinden yararlanma hakkı da verilmiştir.Zımmîlerin İslâm devletine karşı bazı yükümlülükleri vardır; bunlar, mali ve diğer yükümlülükler olmak üzere ikiye ayrılır. Malî yükümlülüklerin başında cizye gelmektedir. Cizye almak nassla sabittir (et-Tevbe, 9/29). Peygamberimiz (s.a.s.) düşmanla karşılaşan ordu komutanlarından şu üç emrin yerine getirilmesini ister: İslâm'a davet etmek, cizye istemek, savaşmak . Her zımmîden cizye alınmaz; bunun belirli şartları vardır: Cizye, ergenlik çağına gelmiş erkeklerden alınır. Kadınlar ve köleler cizye ödemezler. Kör, kötürüm, yoksul ve çalışamayanlardan Şafiîlere göre cizye alınır, diğer mezheplere göre cizye alınmaz. Bazı mezheplere göre, gayr-i müslimlerin din adamlarından, çalışamayacak durumdaki çiftçilerden de cizye alınmaz.Harac ise ictihad yoluyla alınan bir vergidir. Bir tür vergi bazan arttırılabilir, bazan da azalır.
Devletlerarası ticaretlerden alınan vergiye de "uşür" adı verilir.Gayr-i müslimler, müslümanları kendi dinlerine davet edemezler; müslümanları küçük düşürücü davranışlarda bulunamazlar; kılık ve kıyafetleri yönüyle müslümanları taklid edemezler; yasaklanan fiilleri işleyemezler; haram olan şeyleri müslümanlara satamazlar.Müslümanlarla ilişki içinde bulunan gayr-i müslimlerin diğer bir grubuna da "müste'men" adı verilir; "güven içinde olan, emân verilen, güvenliğe kavuşan" anlamlarını ifade eder. Terim olarak anlamı; belirli bir süre için İslâm ülkesine girmek ve orada emin olarak kalabilmek için kendisine izin verilmiş olan gayr-i müslime bu ad verilir.Kuran'da "Eğer müşriklerden biri emân dileyip yanına gelmek isterse, onu yanına al ki, Allah'ın sözünü işitsin; sonra onu güven içinde bulunacağı yere ulaştır" (et-Tevbe, 9/6) ayeti bu konuya delil teşkil etmektedir.Müste'menler dört sınıfa ayrılmaktadırlar: Elçiler, tüccarlar, ilim tahsilinde bulunanlar, ziyaret ve gezmek amacıyla gelenler.Emânın nasıl, kimlere ve kimler tarafından verildiğini şöylece özetleriz:1- Özel emân: Bir kişiye veya küçük bir gruba verilen emândır. Bu emânı, büluğ çağına gelen herkes verebilir: Hanefilere göre bu emânı müslümanlarla aynı safta savaşan zımmîler bile verebilir. .2- Genel emân: Büyük bir topluluğa, yerleşim bölgesine verilen emândır. Hanefilere ve Şâfiîlere göre bunu ancak devlet başkanları verebilir.3- Örf ve âdete göre verilen emân: Bunlar, kendilerine emân verilmediği halde emân verilmiş olanlardır. Yanlarında bulunan mektuplar, ticaret mallan müste'men sayılmasına delâlet eder. Bunlar; elçiler ve tüccarlardır.4- Antlaşmadan doğan emân: Antlaşma yoluyla elde edilen emândır.5- Yakınlık yoluyla emân: Bir şahsa verilen emân onun çocuklarını da içine alır.Emânın sona ermesi müste'menin İslâm ülkesinden çıkıp harp ülkesine girmesiyle başlar. Bunlar İslâm ülkesinin vatandaşı değildir.Hanefîlere göre, müste'menlere Allah hakkından ve kamu haklarından dolayı ceza verilmez. Hırsızlık, soygun gibi. İmâm Şâfiî'ye göre ise ceza verilir.Müslümanların veya gayr-i müslimlerin hayata karşı işledikleri suçlarda suç işleyenin durumu göz önüne alınır. Suçu işleyenin kimliğine göre farklı cezalar uygulanabilir. Bir müslümanla bir gayr-i müslim, veya bir mürted aynı cezaya çarptırılmaz. Bazı hukukî farklılıklar ortaya çıkar; ama hiçbir zaman gayr-i müslime haksızlık yapılmaz.Evliliklerde din olgusu önemli bir meseledir. Müslüman bir erkeğin ehl-i kitap bir kadınla evlenmesinde sakınca yoktur (el-Mâide, 5/5). Müslüman bir erkek müşrik kadınla evlenemez. İmanlı bir cariye müşrik kadına tercih edilmektedir (el-Bakara, 2/221). Müslüman kadın müşrikle evlenemez (el-Bakara, 2/221). Ailede etkin kişinin erkek olduğu düşünüldüğünde müslüman bir kadının ehl-i kitaptan bir erkekle evlenmesine izin verilmemiştir. Gayr-i müslimlerin kendi aralarındaki evlilikleri mûteber kabul edilmiştir. Bunların kendi aralarında belirlemiş oldukları mehirler mûteberdir, geçerlidir. Müslüman erkekle evlenmiş olan gayr-i müslim kadın, kocasından boşandığı zaman müslüman kadının iddetine tabidir. Müslüman bir erkekten boşanan müslüman bir kadın kocasından nasıl nafaka alıyorsa, gayr-i müslim bir kadın da müslüman bir erkekten ayrıldığı zaman müslüman kadın gibi, nafaka alır.Gayr-i Müslimlerin yiyecekleri Müslümanlar için helâldir. Kuran'da, "Kendilerine kitap verilenlerin yemeği, size helâl, sizin yemeğiniz de onlara helâldir" (el-Macide, 5/5) buyrulmaktadır. Gayr-i Müslimlerle insanî ilişkiler sürdürülür; hastaları ziyaret edilir, hediyeleşilir, selamlaşılır; dünyevî konulardaki bilgi ve becerilerinden yararlanılır komşuluk münasebetleri sürdürülür.


MÜSLÜMANLARIN BATIYLA HRİSTİYANLARLA KARŞILAŞMASI VE MEDENİYETLERE ARASINDAKİ ETKİLEŞİM

İslam Medeniyetinin batı medeniyetiyle ilk karşılaşması, tercümeler asrı ve bunun sonrasında gelişen Endülüs Medeniyetinin ortaya çıkışıydı. Tercümeler asrında(miladi 9. yüzyıl), eski Yunan metinleri bir bir Arapçaya tercüme ediliyor ve İslam Dünyası eski Yunan metinleriyle yüzyüze geliyordu. Emevi Halifesi Me’mun döneminde, devlet eliyle Sokrat, Eflatun ve Aristo başta olmak üzere, eski Yunan filozoflarının bir çok eseri Arapça’ya tercüme edilmiştir. Eski Yunan eserlerinin tercüme edilmesinin, biri İslam medeniyetine, diğeri Eski Yunan metinlerine ait iki sonucu olmuştur:
Birincisi, İslam medeniyetinde var olan mutezile akımı güçlenerek, içeride bulamadığı fikri desteği dışarıdan gelen takviye ile bulmuştur. Böylece mutezile düşüncesi, önceleri islami kaynakları anlama çabası iken, tercümelerden sonra felsefi bir mecraya dönüşmüştür. Bir çok mitolojiyi de içinde barındırdığından dolayı Yunan felsefesi, özelde mutezileyi genelde de İslam düşüncesini derin bir şekilde etkilenmiştir. İslam aklı da bu dönüşümden nasibini alarak durağanlaşmış ve taklid dönemi başlamıştır.
İkincisi, tercümelerden sonraki eski Yunan eserleri de değişime uğramış, ve eski metinler İslami bir cilayla parlatılmıştır. Bir tür bilginin islamileştirilmesi(doğruluğu tartışılmalı) gibi bir muameleye tabi tutulan Eski Yunan metinleri, müslümanca bir okumaya tabi tutulmuştur. Dolayısıyla eski eserler, saf halini muhafaza edememiş, Müslümanların tercümesiyle batıya sunulmuştur. Daha sonraları ortaya çıkan Rönesans hareketlerine ve günümüzdeki batı medeniyetinin inşasına, işte bu eserlerin tercüme edilmesinin etkisi göz ardı edilmemelidir. Dolayısıyla bu günkü batı medeniyetinde, sırf eski Yunan medeniyetinin saf ve yeni bir versiyonu diye bakmamak gerekiyor. Çok baskın olmasa da içinde vahyin unsurlarını barındıran bir niteliğin varlığını gözlemliyoruz. Tercümelerden sonra, İslam ordularının İspanya kapılarına dayanması ve Müslümanların Avrupa ile fiziki olarak teması Endülüs İslam medeniyetini doğurmuştur. Bu medeniyetin doğuş sürecinde, Müslümanlar İspanyaya taşınmış, mahalle mahalle, sokak sokak hristiyan batı kültürüne komşu olmuşlardır. Aynı şehirde birlikte yaşayan Müslim ve gayr-i Müslim topluluğun hayat tarzı, gündelik hayatta sık sık, yan yana, karşı karşıya, kimi zaman uzlaşarak, kimi zaman tartışarak ve çarpışarak karşılaşmıştır. Müslümanlar kendi hayat tarzlarını, gayr-i Müslimler de kendi hayat tarzlarını yaşamış, tartışmış ve ortaya Endülüs İslam Medeniyeti çıkmıştır. Böylece, kendinden emin olan Müslümanlar, batıyla yüz yüze gelmekten çekinmemiş ve kendi orijinal hayat tarzını yaşayarak bir medeniyetin doğmasına yol açmıştır.
İslam medeniyetinin batıyla bir diğer karşılaşması, haçlı ordularının Müslümanların topraklarına girişi ve bunun ortaya çıkardığı sonuçlardır. Gerek Selçuklu döneminde gerekse Osmanlı döneminde, Haçlı ordularını, memleketlerine geri döndüğünde sadece Müslümanların barbar olmadığını anlamadılar. Aynı zamanda, kendi hayat standartlarının çok ötesinde bir medeniyetin var olduğunu ve bu medeniyetin vahye dayalı kaynaklarını da öğrendiler.
İslam medeniyetinin batıyla dördüncü karşılaşması, Osmanlı döneminde olmuştur. Rumelide fetihlere başlayan Osmanlı orduları, fethettikleri yerlere önemli ölçüde Müslüman bir nufusu yerleştirerek, fethedilen bölge nufusunun islamileştirilmesini politika olarak benimsemişlerdir. Bu politikanın jenosidden ve asimilasyondan çok açık bir farkı vardır. Jenosid ve asimilasyonda, istila eden güç, istila edilen bölgedeki nufusu zorunlu bir göçe tabi tutup, ya da etnik temizlik adına idam vs. gibi yollara tevessül etmektedir. Osmanlı politikasında ise, yerleşilen bölgedeki insanların dini ve etnik olarak baskı görmesi bir yana, özellikle korunduğunu görmekteyiz. Sadece Anadolu’da yaşayan, Müslüman aileler, Rumeline göç ettirilerek, gayr-i Müslim nufusun içerisinde ikamete teşvik edilmiştir. Böylece, aile yapısı, ticari hayat, şehir kültürü gibi alt unsurları içinde bulunduran İslami kültür ve medeniyet yapısı, batı medeniyetiyle aynı coğrafyada, aynı ortamda buluşmuştur. Sonuçta iki medeniyet etkileşim içine girmiş ve Müslümanlar, batıdan bir çok şey öğrendiği gibi, Avrupa da islami birikimden çok şey öğrenmiştir.

Sonuç olarak şunları söyleyebilirim: Günümüzde İslam medeniyetinin batıyla yeni bir karşılaşmasına şahit oluyoruz. Avrupa Birliği projesi bu gün yeni bir safhaya girmiştir. Nufusunun çoğu Müslüman bir ülkeyi içine almaya çabaları sadece Türkiye ile Avrupa ülkelerinin arasında cerayan etmiyor. Bu aynı zamanda iki medeniyetin de bir araya gelme çabası olarak anlaşılmalı. Bir tarafında eski Yunan birikimini içinde barındıran ve hristiyan bir nufusa sahip olan bir Avrupa, diğer yandan yüzyılların dini ve kültürel birikimine sahip bir Türkiye olunca işin rengi değişiyor.
Türkiye coğrafyası, bulunduğu konum itibariyle İslam ülkelerinin bir parçası ve Asya’nın bir parçası olması sebebiyle, Avrupa ülkeleri, kendi medeniyetlerinin dışında, dini, sosyal ve güçlü bir medeniyetle karşı karşıya gelmektedirler. Bu yeni medeniyet, hem kendi içlerine girmekte ve ‘içeri’den iş görmekte; hem de coğrafi olarak, İslam dünyasına sınır olacak bir Avrupa’nın, Müslüman ülkelere komşu olmasından dolayı, komşuluk ilişkileri itibariyle bir kültürel ve dini bir karşılaşma olmakta ve ‘dışarı’dan iş görmektedir. Her ne kadar geçen yüzyılın ortalarından başlayarak gittikçe artan bir biçimde İslam coğrafyasından çeşitli nedenlerle Avrupa’ya göç edenler, kendi inanç ve kültürünü Avrupa’ya taşıyarak, iki farklı inanç gruplarının karşılaşmasına yol açmışlarsa da bu yeni durum biraz daha farklıdır. Şimdi daha güçlü bir karşılaşma söz konusudur. Her iki ülke halklarının, kültürel, dini ve ahlaki temasları söz konusudur.
İslam tarih ve düşünce yapısına baktığımızda bu tür karşılaşmaların bir çok örneğini görmekteyiz. Ve bu tür karşılaşmalardan İslam dünyası, çoğu zaman kazançlı çıkmıştır. Öyle ise, bu tür karşılaşmalardan, bırakınız bir müslümanın korkmasını, bilakis bu tür karşılaşmaları tercih etmesini beklemek, tebliğle görevli her müslümanın yapması gereken bir davranış olarak görmek yanlış olmaz. Karşılaşmaktan korkanlar, kendi zayıf inançlarından korkmalı. Zira zayıf inançlar, bir başka kültürle karşılaşsa da karşılaşmasa da zayftır ve çoğu zaman kaybolma tehlikesiyle maluldür. Yapılması gereken batıyla yüzleşmekten korkmak değil, bilakis batıyla fikri ve dini bir mücadele ortamına girmektir. Zira hak, batılla karşılaştırıldığında kıymeti ortaya çıkar ve anlaşılır.


____________________

BARKAN, Ö . L ÖŞÜR, İA, 482-488
ERKAL, M. CİZYE, DİA. 42-48
KALLEK, C, HARAC, DİA, 71-90
Mesud Sabri, Kahire Üniversitesinde Daru’l-Ulum’da araştırma görevlisidir ve www.islamonline.net sitesinin (Arapça) editörlüğünü yapmaktadır.Çev: Barış Hoyraz
http://www.diyanet.gov.tr
http://www.endulus.net
İslam Ansiklopedisi

5 Aralık 2008 Cuma

Divan-ı Hümayun

Padişahın elinde bulundurduğu yasama, yürütme ve yargı güçlerinin uygulanabilmesi için, yönetim merkezinde bir Divan oluşturulmuştur. Divan geleneği Orta Doğu ülkelerinde Sasanilerden bu yana görülmektedir. Sasani kaynaklı bu merkez yönetim birimini, çeşitli İslam Devletlerinden sonra Türkler de kabul etmiştir. Osmanlılar, Divan teşkilatını Selçuklulardan alıp uygulamışlardır.
Osmanlılar, divana Divan-ı Humayun adını vermişlerdir. Divan, padişahın tekelinde bulunan yasama, yürütme ve yargı güçlerinin uygulama aracıdır. Yargı ve yönetim(yürütme) de en üst kurumdur. Divan-ı Humayun’a bu görevlerin yüklenmesi, merkezi yönetim anlayışının bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Bu bakımdan, Osmanlı yönetiminde divanın büyük önemi vardır. Ülkenin en uzak köşesindeki reaya da divana ulaşabilmektedir. Halk, şikayetini bizzat veya bölgesinin kadısı aracılığıyla yapabilmektedir. Haksızlığa uğrayan, zulüm gören, mahalli adli teşkilat tarafından aleyhine karar verilen hangi, din ve ırka mensup olursa olsun herkes hakkını buradan arayabilirdi.

a). Kuruluşu
Osmanlı Devleti’nin kuluşuş döneminde divan, padişahın başkanlığında toplanırdı. Fatih Sultan Mehmedin çıkardığı bir kanunnameyle (1475) padişahlar, başkanlık etmekten çekildiler.Yerlerine sadrazamnlar başkanlık etmeye başladılar. Divanda şu üyeler yer alırdı:
-Kubbealtı vezirleri: Birinci Veizr sadrazam olmak üzere rütbelerine göre sıralanırdılar. 5-8 Veizrden meydana gelirdi.
-Nişancı
-Kazaskerler
-Kaptan-ı Derya: (Vezir rütbesi olan ve toplantı sırasında merkezde bulunan kaptan paşa).
-Yeniçeri ağası
-Defterdarlar
-Sadaret Kethüdası (İçişleri Bakanı)
-Reisülküttap
Divan üyeleri, kanun gereği oturarak konulan müzakere ederlerdi. Teknik ve birokratik hizmetleri görenler ayakta beklemek mecburiyetindeydi. Divan-ı Humayün üyeleri düşüncelerini, serbestçe belirtirlerdi. Dış politika gibi öbemli kararlar, Padişah’ın onayından sonra yürürlüğe girerdi. Diğer kararlar divanın kararı ile kesinleşirdi. Bu durumda divan, Padişah’ın yetkisinde bulunan yasama, yürütme ve yargı işlerinden en yetkili ikinci devlet organı olmaktadır. Çok önemli ve acele konularda divan padişahın başkanlığında toplanırdı. Padişahın huzurunda oturulmayacağı için divan üyeleri ayakta müzakereye katıldığından bu divana Ayak Divanı adı verilmiştir. Divan-ı Humayün’da, devletin üç kuvvetinin bir denge meydana getirecek şekilde temsil ettirildiği görülmektedir. Seyfiye, ilmiye ve kalemiye sınıflarının divanda temsil şekli divanın yapısını meydana getirir. Söz konusu sınıfların arasında yatay geçiş yapmak praktikte imkansız gibiydi. Çünkü, her sınıf ayrı amaca göre yetiştirilmiş, o alan için gereken bilgi ve tecrübe ile donatılmıştı. Seyfiye sınıfı için liyakat esastı. Türkçe bilimleri yeterliydi. Öğrenim durumları okadar önemli görülmezdi. Fakat, diğer kollar için öğrenim ve yabancı dil ( Arapça, Farsça) mutlaka aranırdı. Öğrenimi olmayan sadrazam olabilir, fakat medresenin yüksek kısmından mezun olmayan en küçük bir kadılığa bile getirilemezdi. İlmiye ve kalemiye sınıfının çoğunluğu Türk asıllıydı. İlmiye sınıfı mensubu yargılanmadan cezaya çarptırılamazdı. Ancak, kul taifesi denen örf mensubu (seyfiye) hakkında, mahkemede yargılanmadan padişah veya onun yetkisini kullananlar tarafından ceza verilebilirdi.

b). Yapısı

Seyfiye (Ümera, Ehl-i Örf) Padişahın yürütme gücünün uygulayıcılarıdır. Padişahın yürütme alanı için koyduğu kanunlara örf denildiği için ehl-i örf, kılıç (silah) taşıma yetkisine sahip oldukları için seyfiye, buyurma yetkisi bulunduğu için ümera gibi isimlerle anılmıştır. Bu kolun en büyüğü Vezir-i Azam (Kanuniden itibaren Sadrazam)dı. Seyfiye sınıfını divanda vezirler temsil ederdi. Sadrazam, hem divanda başkanlık ederdi hemde padişahın mutlak vekili idi. Veizr, beylerbeyi, sancak beyi, kapı kulu ve tımarlı sipahiler seyfiye sınıfını meydana getirirdi. Padişahın yürütme gücünü uygulayan seyfiyenin yönetim ve askerlik olmak üzere iki önemli görevi bulunmaktadır.

Yönetim Görevi
Osmanlı Devleti’nde yönetim görevini üstlenenlere askeri denmiştir. Bunlar, kendilerini temsil eden dşvan üyesinin teklifi ile Divan-ı Humayun tarafından görevlendirildi. Buna berat adı verildi. Beratlı olanların reayadan farkı, vergi mükellifi olmamalıdır. Seyfiyeden olup yönetim birimini başında bulunanlara paşa veya bey ünvanı verilmiştir. Seyfiye mensubu yöneticiler, kadıların hükümlerine göre hareket etmek mecburiyetindeydi.

Askerlik Görevi
Osmanlı Devleti, konumu ve işlevi bakımlarından dünyanın en güçlü ve gelişmiş ordusunu beslemek mecburiyetindeydi. Ordunun eğitimine önem verilirdi. Eğitimde yaralanma ve sakatlanma olması tabi karşılanırdı. Ancak, bunların sosyal güvenlikleri sağlanırdı. Ordu mensupları itaatkar, dayanıklı ve sabırlı olmak mecburiyetindeydi. Nefer donanımı hafifti. Dünyanın en hızlı hareket eden ordusu idi. Son derece disiplinliydi. Fakat, her asker, rütbesi ne olursa olsun, iradesini kullanırdı. Osmanlı silahlı kuvvetleri, kara ordusuagırlıklı olmak üzere teşkilatlanmıştı. Ancak, zamanla deniz kuvvetleri (Donanmayı Hümayun) son derece önem kazanmıştır.