31 Mayıs 2009 Pazar

İSLAM TOPLULUMUNDA YAŞAYAN GAYR-İ MÜSLİMLER

İnsanlar inanç bakımından iki gruba ayrılır: Hz. Muhammed'in peygamberlerin sonuncusu ve bütün insanlığın peygamberi olduğuna inananlar bunlara Müslüman denir. Hz. Muhammed'in peygamberliğine inanmayan kimselere de gayr-i müslim denilir. Bu tanıma göre ehl-i kitap olanlar (yahudiler ve hristiyanlar), mecusiler, dehriler, sâbiîler, mürtedler, müşrikle gayri-i müslim sınıfına girmektedirler.İslâm ülkesinde bulunan gayr-i müslimlerle müslümanlar arasında birçok münâsebetler vardır. Bunlar iki grupta ele alınabilir: Zımmîler: Zımmî kelimesi, zimmet kökünden türemiştir. Sözleşme, antlaşma anlamlarına gelir. Istılahta ise; antlaşma sonucu sürekli olarak İslâm ülkelerinde ikamet etme hakkına sahip olanlara zımmî; müslümanlarla gayr-i müslimler arasında yapılan bu sözleşmeye de zimmet akdi denilir.Mekke'nin fethinden önce yapılan akidler sürekli olmamıştır. Yahudilerle ve Mekke müşrikleri arasında yapılan sözleşmeleri örnek olarak gösterebiliriz. Bu sözleşmeler belirli bir müddet sonra sona ermiştir. Ancak, Mekke'nin fethinden sonra nâzil olan "Kendilerine kitap verilenlerden Allah'a ve ahiret gününe inanmayan, Allah'ın ve Resulumün haram kıldığını haram saymayan ve hak dini din edinmeyen kimselerle, küçülüp boyun eğerek elleriyle cizye verecekleri zamana kadar savaşın" (et- Tevbe: 9/29) ayetiyle gayr-i müslimlerden cizye alınmasına işaret edilmiştir. Dolayısıyla zimmet akitleri Mekke'nin fethinden sonra yapılmıştır.Gayr-i 'müslimlerden bazılarıyla zimmet akdi yapılamaz; mürtedlerle bu akdin yapılması mümkün değildir. Hanefi fukahâsı putperest Araplarla bu akdin yapılamayacağı görüşündedir. İmam Şâfiî ve İmam Hanbel'e göre ehl-i kitap ve mecusiler dışındaki gayr-i müslimlerle bu akit yapılamaz. Evzâî ve İmam Mâlik'e göre bütün gayr-i müslimlerle bu akit yapılır.
Gayr-i müslimler şu yollardan biriyle İslâm tebaasına girer ve zımmî olurlar: İzinle İslam ülkesine girdikten sonra bu ülkeden haraç arazisi satın alanlar ve bu araziyi işletenler; ikamet izni bittiği halde ülkeyi terketmeyenler; evlenerek erkeğin tebaasına katılan kadın (Kadın, ikamet vb. konularda kocasına bağlı olur). Cizye vermeyi kabullenen fethedilen ülke halkı.İslâm ülkesi tebaasına giren bir zımmînin tebaalığını kaybetmesi için şu suçları işlemesi gerekmektedir: Müslüman bir kadınla zinâ etmek; müslümanlara savaş açmak; müslümanların inançlarını ifsat etmeye kalkışmak; devlet düzenine karşı çıkmak; cizye vermemek.Zımmîler devlet başkanı, ordu komutanı ve hâkim olamazlar. Çünkü bu görevler doğrudan doğruya müslümanlarla ilgilidir. Dünyevî işlerde zımmîlerden bildikleri konularda yararlanılabilir.İslâm tebaasına giren Zimmîlere seyahat, ikamet, din ve vicdan hürriyetiyle birlikte eğitim, çalışma, sosyal ve kamu hizmetlerinden yararlanma hakkı da verilmiştir.Zımmîlerin İslâm devletine karşı bazı yükümlülükleri vardır; bunlar, mali ve diğer yükümlülükler olmak üzere ikiye ayrılır. Malî yükümlülüklerin başında cizye gelmektedir. Cizye almak nassla sabittir (et-Tevbe, 9/29). Peygamberimiz (s.a.s.) düşmanla karşılaşan ordu komutanlarından şu üç emrin yerine getirilmesini ister: İslâm'a davet etmek, cizye istemek, savaşmak . Her zımmîden cizye alınmaz; bunun belirli şartları vardır: Cizye, ergenlik çağına gelmiş erkeklerden alınır. Kadınlar ve köleler cizye ödemezler. Kör, kötürüm, yoksul ve çalışamayanlardan Şafiîlere göre cizye alınır, diğer mezheplere göre cizye alınmaz. Bazı mezheplere göre, gayr-i müslimlerin din adamlarından, çalışamayacak durumdaki çiftçilerden de cizye alınmaz.Harac ise ictihad yoluyla alınan bir vergidir. Bir tür vergi bazan arttırılabilir, bazan da azalır.
Devletlerarası ticaretlerden alınan vergiye de "uşür" adı verilir.Gayr-i müslimler, müslümanları kendi dinlerine davet edemezler; müslümanları küçük düşürücü davranışlarda bulunamazlar; kılık ve kıyafetleri yönüyle müslümanları taklid edemezler; yasaklanan fiilleri işleyemezler; haram olan şeyleri müslümanlara satamazlar.Müslümanlarla ilişki içinde bulunan gayr-i müslimlerin diğer bir grubuna da "müste'men" adı verilir; "güven içinde olan, emân verilen, güvenliğe kavuşan" anlamlarını ifade eder. Terim olarak anlamı; belirli bir süre için İslâm ülkesine girmek ve orada emin olarak kalabilmek için kendisine izin verilmiş olan gayr-i müslime bu ad verilir.Kuran'da "Eğer müşriklerden biri emân dileyip yanına gelmek isterse, onu yanına al ki, Allah'ın sözünü işitsin; sonra onu güven içinde bulunacağı yere ulaştır" (et-Tevbe, 9/6) ayeti bu konuya delil teşkil etmektedir.Müste'menler dört sınıfa ayrılmaktadırlar: Elçiler, tüccarlar, ilim tahsilinde bulunanlar, ziyaret ve gezmek amacıyla gelenler.Emânın nasıl, kimlere ve kimler tarafından verildiğini şöylece özetleriz:1- Özel emân: Bir kişiye veya küçük bir gruba verilen emândır. Bu emânı, büluğ çağına gelen herkes verebilir: Hanefilere göre bu emânı müslümanlarla aynı safta savaşan zımmîler bile verebilir. .2- Genel emân: Büyük bir topluluğa, yerleşim bölgesine verilen emândır. Hanefilere ve Şâfiîlere göre bunu ancak devlet başkanları verebilir.3- Örf ve âdete göre verilen emân: Bunlar, kendilerine emân verilmediği halde emân verilmiş olanlardır. Yanlarında bulunan mektuplar, ticaret mallan müste'men sayılmasına delâlet eder. Bunlar; elçiler ve tüccarlardır.4- Antlaşmadan doğan emân: Antlaşma yoluyla elde edilen emândır.5- Yakınlık yoluyla emân: Bir şahsa verilen emân onun çocuklarını da içine alır.Emânın sona ermesi müste'menin İslâm ülkesinden çıkıp harp ülkesine girmesiyle başlar. Bunlar İslâm ülkesinin vatandaşı değildir.Hanefîlere göre, müste'menlere Allah hakkından ve kamu haklarından dolayı ceza verilmez. Hırsızlık, soygun gibi. İmâm Şâfiî'ye göre ise ceza verilir.Müslümanların veya gayr-i müslimlerin hayata karşı işledikleri suçlarda suç işleyenin durumu göz önüne alınır. Suçu işleyenin kimliğine göre farklı cezalar uygulanabilir. Bir müslümanla bir gayr-i müslim, veya bir mürted aynı cezaya çarptırılmaz. Bazı hukukî farklılıklar ortaya çıkar; ama hiçbir zaman gayr-i müslime haksızlık yapılmaz.Evliliklerde din olgusu önemli bir meseledir. Müslüman bir erkeğin ehl-i kitap bir kadınla evlenmesinde sakınca yoktur (el-Mâide, 5/5). Müslüman bir erkek müşrik kadınla evlenemez. İmanlı bir cariye müşrik kadına tercih edilmektedir (el-Bakara, 2/221). Müslüman kadın müşrikle evlenemez (el-Bakara, 2/221). Ailede etkin kişinin erkek olduğu düşünüldüğünde müslüman bir kadının ehl-i kitaptan bir erkekle evlenmesine izin verilmemiştir. Gayr-i müslimlerin kendi aralarındaki evlilikleri mûteber kabul edilmiştir. Bunların kendi aralarında belirlemiş oldukları mehirler mûteberdir, geçerlidir. Müslüman erkekle evlenmiş olan gayr-i müslim kadın, kocasından boşandığı zaman müslüman kadının iddetine tabidir. Müslüman bir erkekten boşanan müslüman bir kadın kocasından nasıl nafaka alıyorsa, gayr-i müslim bir kadın da müslüman bir erkekten ayrıldığı zaman müslüman kadın gibi, nafaka alır.Gayr-i Müslimlerin yiyecekleri Müslümanlar için helâldir. Kuran'da, "Kendilerine kitap verilenlerin yemeği, size helâl, sizin yemeğiniz de onlara helâldir" (el-Macide, 5/5) buyrulmaktadır. Gayr-i Müslimlerle insanî ilişkiler sürdürülür; hastaları ziyaret edilir, hediyeleşilir, selamlaşılır; dünyevî konulardaki bilgi ve becerilerinden yararlanılır komşuluk münasebetleri sürdürülür.


MÜSLÜMANLARIN BATIYLA HRİSTİYANLARLA KARŞILAŞMASI VE MEDENİYETLERE ARASINDAKİ ETKİLEŞİM

İslam Medeniyetinin batı medeniyetiyle ilk karşılaşması, tercümeler asrı ve bunun sonrasında gelişen Endülüs Medeniyetinin ortaya çıkışıydı. Tercümeler asrında(miladi 9. yüzyıl), eski Yunan metinleri bir bir Arapçaya tercüme ediliyor ve İslam Dünyası eski Yunan metinleriyle yüzyüze geliyordu. Emevi Halifesi Me’mun döneminde, devlet eliyle Sokrat, Eflatun ve Aristo başta olmak üzere, eski Yunan filozoflarının bir çok eseri Arapça’ya tercüme edilmiştir. Eski Yunan eserlerinin tercüme edilmesinin, biri İslam medeniyetine, diğeri Eski Yunan metinlerine ait iki sonucu olmuştur:
Birincisi, İslam medeniyetinde var olan mutezile akımı güçlenerek, içeride bulamadığı fikri desteği dışarıdan gelen takviye ile bulmuştur. Böylece mutezile düşüncesi, önceleri islami kaynakları anlama çabası iken, tercümelerden sonra felsefi bir mecraya dönüşmüştür. Bir çok mitolojiyi de içinde barındırdığından dolayı Yunan felsefesi, özelde mutezileyi genelde de İslam düşüncesini derin bir şekilde etkilenmiştir. İslam aklı da bu dönüşümden nasibini alarak durağanlaşmış ve taklid dönemi başlamıştır.
İkincisi, tercümelerden sonraki eski Yunan eserleri de değişime uğramış, ve eski metinler İslami bir cilayla parlatılmıştır. Bir tür bilginin islamileştirilmesi(doğruluğu tartışılmalı) gibi bir muameleye tabi tutulan Eski Yunan metinleri, müslümanca bir okumaya tabi tutulmuştur. Dolayısıyla eski eserler, saf halini muhafaza edememiş, Müslümanların tercümesiyle batıya sunulmuştur. Daha sonraları ortaya çıkan Rönesans hareketlerine ve günümüzdeki batı medeniyetinin inşasına, işte bu eserlerin tercüme edilmesinin etkisi göz ardı edilmemelidir. Dolayısıyla bu günkü batı medeniyetinde, sırf eski Yunan medeniyetinin saf ve yeni bir versiyonu diye bakmamak gerekiyor. Çok baskın olmasa da içinde vahyin unsurlarını barındıran bir niteliğin varlığını gözlemliyoruz. Tercümelerden sonra, İslam ordularının İspanya kapılarına dayanması ve Müslümanların Avrupa ile fiziki olarak teması Endülüs İslam medeniyetini doğurmuştur. Bu medeniyetin doğuş sürecinde, Müslümanlar İspanyaya taşınmış, mahalle mahalle, sokak sokak hristiyan batı kültürüne komşu olmuşlardır. Aynı şehirde birlikte yaşayan Müslim ve gayr-i Müslim topluluğun hayat tarzı, gündelik hayatta sık sık, yan yana, karşı karşıya, kimi zaman uzlaşarak, kimi zaman tartışarak ve çarpışarak karşılaşmıştır. Müslümanlar kendi hayat tarzlarını, gayr-i Müslimler de kendi hayat tarzlarını yaşamış, tartışmış ve ortaya Endülüs İslam Medeniyeti çıkmıştır. Böylece, kendinden emin olan Müslümanlar, batıyla yüz yüze gelmekten çekinmemiş ve kendi orijinal hayat tarzını yaşayarak bir medeniyetin doğmasına yol açmıştır.
İslam medeniyetinin batıyla bir diğer karşılaşması, haçlı ordularının Müslümanların topraklarına girişi ve bunun ortaya çıkardığı sonuçlardır. Gerek Selçuklu döneminde gerekse Osmanlı döneminde, Haçlı ordularını, memleketlerine geri döndüğünde sadece Müslümanların barbar olmadığını anlamadılar. Aynı zamanda, kendi hayat standartlarının çok ötesinde bir medeniyetin var olduğunu ve bu medeniyetin vahye dayalı kaynaklarını da öğrendiler.
İslam medeniyetinin batıyla dördüncü karşılaşması, Osmanlı döneminde olmuştur. Rumelide fetihlere başlayan Osmanlı orduları, fethettikleri yerlere önemli ölçüde Müslüman bir nufusu yerleştirerek, fethedilen bölge nufusunun islamileştirilmesini politika olarak benimsemişlerdir. Bu politikanın jenosidden ve asimilasyondan çok açık bir farkı vardır. Jenosid ve asimilasyonda, istila eden güç, istila edilen bölgedeki nufusu zorunlu bir göçe tabi tutup, ya da etnik temizlik adına idam vs. gibi yollara tevessül etmektedir. Osmanlı politikasında ise, yerleşilen bölgedeki insanların dini ve etnik olarak baskı görmesi bir yana, özellikle korunduğunu görmekteyiz. Sadece Anadolu’da yaşayan, Müslüman aileler, Rumeline göç ettirilerek, gayr-i Müslim nufusun içerisinde ikamete teşvik edilmiştir. Böylece, aile yapısı, ticari hayat, şehir kültürü gibi alt unsurları içinde bulunduran İslami kültür ve medeniyet yapısı, batı medeniyetiyle aynı coğrafyada, aynı ortamda buluşmuştur. Sonuçta iki medeniyet etkileşim içine girmiş ve Müslümanlar, batıdan bir çok şey öğrendiği gibi, Avrupa da islami birikimden çok şey öğrenmiştir.

Sonuç olarak şunları söyleyebilirim: Günümüzde İslam medeniyetinin batıyla yeni bir karşılaşmasına şahit oluyoruz. Avrupa Birliği projesi bu gün yeni bir safhaya girmiştir. Nufusunun çoğu Müslüman bir ülkeyi içine almaya çabaları sadece Türkiye ile Avrupa ülkelerinin arasında cerayan etmiyor. Bu aynı zamanda iki medeniyetin de bir araya gelme çabası olarak anlaşılmalı. Bir tarafında eski Yunan birikimini içinde barındıran ve hristiyan bir nufusa sahip olan bir Avrupa, diğer yandan yüzyılların dini ve kültürel birikimine sahip bir Türkiye olunca işin rengi değişiyor.
Türkiye coğrafyası, bulunduğu konum itibariyle İslam ülkelerinin bir parçası ve Asya’nın bir parçası olması sebebiyle, Avrupa ülkeleri, kendi medeniyetlerinin dışında, dini, sosyal ve güçlü bir medeniyetle karşı karşıya gelmektedirler. Bu yeni medeniyet, hem kendi içlerine girmekte ve ‘içeri’den iş görmekte; hem de coğrafi olarak, İslam dünyasına sınır olacak bir Avrupa’nın, Müslüman ülkelere komşu olmasından dolayı, komşuluk ilişkileri itibariyle bir kültürel ve dini bir karşılaşma olmakta ve ‘dışarı’dan iş görmektedir. Her ne kadar geçen yüzyılın ortalarından başlayarak gittikçe artan bir biçimde İslam coğrafyasından çeşitli nedenlerle Avrupa’ya göç edenler, kendi inanç ve kültürünü Avrupa’ya taşıyarak, iki farklı inanç gruplarının karşılaşmasına yol açmışlarsa da bu yeni durum biraz daha farklıdır. Şimdi daha güçlü bir karşılaşma söz konusudur. Her iki ülke halklarının, kültürel, dini ve ahlaki temasları söz konusudur.
İslam tarih ve düşünce yapısına baktığımızda bu tür karşılaşmaların bir çok örneğini görmekteyiz. Ve bu tür karşılaşmalardan İslam dünyası, çoğu zaman kazançlı çıkmıştır. Öyle ise, bu tür karşılaşmalardan, bırakınız bir müslümanın korkmasını, bilakis bu tür karşılaşmaları tercih etmesini beklemek, tebliğle görevli her müslümanın yapması gereken bir davranış olarak görmek yanlış olmaz. Karşılaşmaktan korkanlar, kendi zayıf inançlarından korkmalı. Zira zayıf inançlar, bir başka kültürle karşılaşsa da karşılaşmasa da zayftır ve çoğu zaman kaybolma tehlikesiyle maluldür. Yapılması gereken batıyla yüzleşmekten korkmak değil, bilakis batıyla fikri ve dini bir mücadele ortamına girmektir. Zira hak, batılla karşılaştırıldığında kıymeti ortaya çıkar ve anlaşılır.


____________________

BARKAN, Ö . L ÖŞÜR, İA, 482-488
ERKAL, M. CİZYE, DİA. 42-48
KALLEK, C, HARAC, DİA, 71-90
Mesud Sabri, Kahire Üniversitesinde Daru’l-Ulum’da araştırma görevlisidir ve www.islamonline.net sitesinin (Arapça) editörlüğünü yapmaktadır.Çev: Barış Hoyraz
http://www.diyanet.gov.tr
http://www.endulus.net
İslam Ansiklopedisi