18 Kasım 2008 Salı

Osmanlıda Devşirme

Tarihimizin en çok tartışılan ve karıştırılan dönemi Osmanlı asırlarıdır. Devşirme konusu ise sık sık ele alınan, Türklük gayretlerinin hakim olduğu kişilerde ise kötülenen ve horlanan bir mevzu olarak karşımıza çıkar. Kavram olarak devşirme, gayrimüslim gençlerin askerî hizmetler için toplanması anlamına gelir. Gazâ ideolojisine dayanarak kurulup gelişen Osmanlı, Bizanslılarla temastan, Balkanlar’a geçtikten ve Orta Avrupa’ya doğru ilerledikten sonra çeşitli etnik gruplara mahsus çok sayıda milletle tanıştı ve onları bünyesine aldı. Öyle ki, bazı yerlerde azınlık nüfusu Türk nüfusundan bile fazla hale gelmişti. Onun için dönemin ulemasının da teklifiyle gayrimüslimlerden askerî amaçlı olarak yararlanılması gündeme geldi. Önce I. Murad zamanında (1362-1389) savaş esirlerinden yaşları uygun gençler için Pençik Kanunu adıyla bir yasa çıkarılarak bunların yeniçeri olmaları sağlandı. Ancak 1402 Ankara Savaşı’ndan sonra bu da kâfi gelmeyince başka asker kaynakları arandı. Zira Türk nüfusu savaşlarda gittikçe eriyordu. Bunun üzerine II. Murad zamanında (1321-1451) bir kanun çıkartılarak, Osmanlı tebaası gayrimüslimlerden asker alınması kararlaştırıldı. Bunun kimler tarafından, nasıl ve zaman yapılacağı en ince ayrıntısına kadar yasada belirtilmişti. Askere alınanların üzerindeki cizye vergisi de kaldırılmıştır.

Gönüllü Devşirme

Bu padişahtan itibaren devşirilen gençlerin zeki ve kabiliyetli olanlarının doğrudan saraya alınmasına başlanmış. Burada açılan Enderûn Mektebi’nde eğitilmeleri yoluna gidilmiş böylece Osmanlı idarecileri, yönetimleri altındaki gayrimüslimlerden hem asker hem de devlet adamı olarak yararlanmaya başlamışlardır. Yeniçeri Ocağı’na alınacak gençlerin, “Türk’e Verme” adı altında Anadolu’daki Türk çiftçi ailelerinin yanlarına gönderilerek Türkçeyi, Türk âdet ve göreneklerini öğrenmeleri sağlandı. Bu uygulama, Osmanlı idarecilerinin Türk halkını kaba ve hor gördüğü yolundaki varsayımları mesnetsiz bırakır. Bu arada hemen belirtilmelidir ki, Osmanlı kaynaklarında “kul” olarak tanımlanan gayrimüslim asker ve yöneticilerden yararlanmanın başlangıcı daha eskidir ve Osman Gazi’ye kadar uzanır. Burada kul kavramının, tâbi, sadık, hizmetkâr anlamında kullanıldığı da hatırlatılmalıdır. Bazılarının zannettiği gibi kul, köle demek de değildir. Bunlar Osmanlı Devleti’yle zimmet akdi yapmış, vergisini veren hür gayrimüslimlerin çocuklarıdır.
Zamanla yüksek rütbeli devlet makamlarına getirilen kullar, I. Murad’dan itibaren merkezî otoriteyi güçlendirmek için de kullanılmıştır. Devletin kuruluş ve gelişmesinde emeği geçen ünlü ailelerin, sınır boylarında yarı feodal hayat sürmeleri ve bazen merkeze kafa tutmaları, zaman zaman merkezi meşgul etmiş ve otorite altına alınmaları merkezden gönderilen kul asıllı kumandanlar sayesinde olmuştur. Gerek I. Murad, gerekse oğlu Yıldırım Bayezid’in, güçlü merkezî idarelerini kurarken bu gruplara dayandığı doğrudur. Devletin her kademesinde kul kökenli kişilerin istihdamı II. Murad zamanında başlamış, oğlu II. Mehmed (Fatih) zamanında gelişmiştir. Nitekim temelleri Sultan Murad zamanında atılan Enderûn Mektebi, oğlu Fatih zamanına tam teşekküllü bir saray okulu haline gelmiştir.
Fatih’le başarı katlandı
Fatih Sultan Mehmed’den itibaren devşirme kökenli kul vezirler sadece merkezde değil, taşrada da istihdam edilerek merkezî otoritenin ülkenin en ücra köşelerine kadar gitmesi düşünülmüştür. Fatih zamanında başlayan mutlak merkeziyetçilik XVI. yüzyıl ortalarında en olgun dönemine ulaşmıştır. Bunda Türk düşmanlığı aramak anlamsızdır. Zira bu arada Karamanî Mehmed Paşa, Çandarlı İbrahim Paşa, Pirî Mehmed Paşa vs. gibi Türk asıllı sadrazamların da başarılı görevler yaptığı hatırlatılmalıdır.
Kul sistemi, bazı istisnalar dışında başarıyla uygulandı. Devşirme işleminin bozulması, hem Enderûn’a hem de merkez Kapıkulu ocaklarına istenen nitelikte adayların alınamaması sistemi olumsuz etkiledi. 1580’li yıllarda İstanbul’da bulunan Venedik elçisi Lorenzo Bernado, ülkesinin senatosuna sunduğu raporunda, “Sadece devlet idaresinin değil, koca imparatorluğun ordularına kumanda yetkisinin de ellerine verildiği kişiler ne dük ne marki ne de konttur. Hepsi çobanlıktan gelme sıradan insanlardır. Bu sebeple biz Venediklilerin de padişahın yaptığını yapmamızda isabet vardır. Padişah bu adamlardan en iyi kaptanları, sancak beylerini, beylerbeyileri yetiştirerek onlara şan ve itibar kazandırmıştır.” derken devşirme sisteminin başarısını övmektedir.
Başta Fatih olmak üzere Osmanlı padişahlarını bu yola sevk eden sebeplerin başında, çokuluslu bir devlet olan imparatorluğu ayakta tutma ve yaşatma gayreti gelir. Zira hanedana dayalı ortaçağ devletlerinde ülke birliğinin temeli ve bekası hanedana bağlıdır. Öteki köklü ailelerin güçlenip iktidardaki hanedana rakip olması her zaman mümkündür. Halbuki, bunlar gibi temeli bulunmayan devşirme ve kul sistemi baştaki hükümdara daha rahat tasarruf hakkı veriyordu. XV ve XVI. yüzyıllardaki büyüme politikasında büyük katkısı olan bu sistem, asrın sonlarından itibaren önemini kaybetmeye başladı.
Kul taifesi içine girmenin sağladığı ayrıcalıklardan yararlanma düşüncesi, her alanda bunların sayıca artmalarını sağladı. Kanuni’den sonra sefere çıkmayan padişahları örnek alan kul kökenli sadrazamlar da konaklarında oturmayı tercih ettiler. Nitekim yukarıda bahsedilen Venedik elçisi bu defa, “Türklerin zenginliğin kurbanı olduklarını, zaferleri umursamayıp evlerinde oturmayı yeğlediklerini” yazar. XVII. asrın başlarından itibaren işlemez olan ve önemini kaybeden devşirme sisteminin yerini, “Kuloğlu” ve “Ağa Çırağı” adları altında yasadışı asker kaynakları almaya başladı ve artık devşirme yapılmaz oldu. Sistemin işlemez olması ve yerine sistemli bir uygulamanın başlatılamaması, siyasi ve askerî çözülmeleri de beraberinde getirdi.
Devletin siyasi ve askerî bakımdan duraklama dönemine girdiği XVI. yüzyıl sonlarından itibaren ortaya çıkan Celâlî ayaklanmalarının devşirmelere yönelik olduğu düşüncesinin kuvvetli bir dayanağı yoktur. Bu isyanların önceleri mezhep amaçlı olduğubilinmektedir. mezhep meselesi şeklinde başlayan ve dış tahriklerle gelişen Celâlî isyanları zamanla hükümete yönelik hareket oldu. Elebaşılarının çoğu mansıp mağduru kişiler idi. Bunların merkeziyetçi idareye karşı adem-i merkeziyetçi görüşün temsilcileri gibi olduklarını söylemek o dönem için henüz erkendir. Türklerin kul kökenli idarecilere isyanı şeklinde olduğunu söylemek ise mümkün değildir. Toprakları, dirlikleri ellerinden alınmış kimselerin tek derdi siyasi değil ekonomiktir.

________________

Prof. Dr. Abdülkadir Özcan

0 yorum: